‘Savaş ve çocuk’ dendiğinde şimdilerde çoğumuzun aklına Aylan bebeğin ailesiyle çıktığı yaşamak için olan yolculuğunun Ege denizinde boğularak son bulması ve cansız bedeninin sahile vurarak bunun basın aracılığı ile dünyaya gösterilmesi olayı geliyor. Fakat birkaç tarafsız tarih kitabı çok derin değil yüzeysel de olsa karıştırıldığında benzer olayların acıların yakın coğrafyamızın neredeyse kaderi olduğunu görürüz. Bu unutturulan hikayelerden birkaçını duyurarak Merhum Mehmet Akif’in ‘elemim bir yüreğin karı değil’ sözünden istifade yüreğimizdeki ağırlık hafifler belki …
Ahmet Yavuz Bey'in editörlüğünü yaptığı İşgal, Göç ve Muhacirlik adlı eserde savaşın çocuklara yaptığı korkunçluklar üzerine önemli bölümler bulunuyor:
Gümüşhane’den Osmanlı ordusu çekilirken…
“Henüz Ruslar Gümüşhane’ye gelmeden sokak sokak tellal ilanlarıyla çocuklar toplanmıştı. Yeni doğan çocuklardan 15 yaşına kadar olan ve aileleri tarafından ayak bağı olarak görülen bu çocuklar Erzincan Yetimhanesine gönderilmişlerdi. Çocuklar aileleri tarafından daha sonra alınmak emeliyle teslim edilmişlerdi”
Ailesi tarafından Erzincan Yetimhanesi’ne gönderilmesi için teslim edilenlerden birisi 1910 doğumlu Mustafa kızı Rahime Hanım’dır. Rahime Hanım, 1916 Haziran ayında abisiyle birlikte babasının kendisini terk etmesini şöyle anlatmıştır:
“…Annemin bana sarılırken utancından başını öteye çevirerek akıttığı gözyaşlarını hiç unutmadım… Annem bizlerin kalması için babama çok yalvarmıştı… Etme gitme bu çocuklar sefil olur. Bunlar bir daha geri dönmez. Dönemezler ben onları yanıma alır giderim ne olur izin ver demesine aldırmayan babam gözyaşları içinde nasıl nereye götürürüz 10 nüfusu nerede karınlarını doyururuz neden anlamıyorsunuz. Ben ister miyim çocuklarımdan ayrılmayı… Kardeşim Hayri ile birlikte babam bizi bilmediğimiz bir yere götürüp orada bulunan amcalara teslim etti. Babam ağlayarak bize siz bir müddet burada kalacaksınız ben sizi gelip alacağım diye söylemesine rağmen biz kanmadık… Babamızdan ayrılmak istemedik., Biz hıçkıra hıçkıra ağlıyorduk… Ağabeyim Hayri iki kez adamların elinden kaçtı… Fakat yakalayıp yine yanımıza getirdiler. Ağabeyim ağlayarak –Baba bizi bırakma… biz senden yemek ekmek istemeyiz ne olur bizi bırakma demesine rağmen babam ağlayarak elimizi bırakıp bizleri öpüp oradan ayrıldı. Bir daha ne babam bizi ne de biz babamı bulabildik veya görebildik.”
“… Çok geceler uyumadan önce tek düşündüğüm şuydu: Savaş nedir. Bizler niye ve neden babamızdan, annemizden ailemizden ayrıldık. Kim bunu istemişti. Bir savaş varmış da o bizi ayırmış istememiş annemizin, babamızın yanında olmamızı. Bu savaş ne zaman bize izin verecek ki biz de ailemize gidelim. Babam gelip bizi alacağını söyledi. Ona çok kereler rüyamda bizi almaya geldiğini görüp sevinmiştim. Ama boşuna beklediğimi uzun yıllar sonra anladığımda belki de babam bu dünyada göç edip gitmişti. Anneme nedense kızamıyordum ama kendisine dargındım. Neden beni babamın ellerine bıraktı. Neden ve niye beni bağrına basıp ben kızımdan ayrılmam demedi. Ben evden ayrılırken neden gelip beni yolcu etmedi ve bana Rahime seni bırakmayacağım alacağım diyerek bana söz vermedi. Yine anlamadığım niye kardeşlerimi değil de beni ve ağabeyimi gönderdiler de onları yanlarında tuttular. Geride 2 tane daha kardeşim vardı. Ama onlar büyüktü. Onlar savaş denen kişiden kaçmayı başarırlar diye yanlarına aldıklarını babam bize söylemişti. Demek ki savaş çok kötü idi. Demek ki savaş çocukları sevmiyormuş.
Yıllar geçmesine ve yetimhanede kalanların bazılarının ailesinin çocuklarını almalarına rağmen kendi anne babasının bir türlü gelmemesi karşısında Rahime Hanım’ın üzüntüleri artmıştı. Kendileri bir girişim yapma gereği duymuşlar ve babalarına ulaşacağı umuduyla bir mektup yazmışlar:
“Babam Mustafa’ya; Baba biz Diyarbakır’da yetimhanede duruyoruz. Bizleri gelip alacağınıza söz vermiştiniz, gelin bizi alın biz burada yetimhanedeyiz.”
Yıllar geçiyor fakat mektuba cevabın hiç gelmediği anlaşılıyor…
Ordu Gümüşhane’den çekilmektedir yetimhaneye verilmeyen çocukların durumu ise belki daha da kötüdür:
“Yolun sağında minicik yumruklarının tersi ile gözyaşlarını silerek ağlayan küçük çocuklar, yürüyemez hale gelmiş iniltilerle ve kundakları ile bırakılmış yüzlerce çocuk görülüyordu. Savaşın en acıklı sahneleri işte şimdi burada başlamıştı. Geriye çekilen kimi askerler acıma duygusu içinde bırakılmış kundaklardan bir tanesini alarak yollarına devam ediyorlardı…”
H. Yıldırım Ağanoğlu’nun Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanların Makus Talihi: Göç adlı eserinden:
Doksan üç Harbi’nde Bulgaristan’ın göçe zorlanan Müslüman nüfusunun çektiği çileler, Avrupalı konsoloslar tarafından ve muhabirler tarafından ayrıntılı olarak kayıtlara geçirildi. Bu Kayıtlarda işgalci güçlerin vahşi saldırılarının yanında Balkan kışının en soğuk günlerinde, çoğunlukla yiyecekten yoksun kaçmak zorunda kalan mültecilerin birçoğunun soğuktan dondoğu veya açlıktan kırıldığından sürekli bahsedilmektedir.
”Tatar pazarcık yakınlarındaki tepelerde bir Alman tren yolu memuru 400 kadın, erkek ve çocuğun soğuktan donmuş vücutlarının yığılı olduğu tepecikte, tek başına sağ kalmış küçük bir kız çocuğu buldu”Mültecilerin üzerinde kalan yetersiz giysiler bile saldırgan askerler tarafından gaspediliyordu. Raporları yazanlar sürekli olarak aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu çıplak mülteci kümelerinden söz ediyorlardı.
Tarihçi McCarthy ise Ölüm ve Sürgün kitabında Balkanlar, Kafkaslar, Anadolu’da son yüz elli yıllık dönemde olan Müslüman ölümleri konusunda Şöyle demektedir:
‘İstatistikler yürek yakıcı kayıpları anlatmakta yetersiz kalırlar, ancak insanların çektiği çilenin büyüklüğünü özetlemeye yarayan göstergelerdir. Milyonlarla belirlenen ölü sayıları, insanların algılamasını yanıltır. Tuhaf olmakla beraber, bir tek kişinin bile ölümünün detaylarını düşünmek, duygusal olarak hepimizi, milyonların öldüğünü bilmekten daha çok etkiler’ demektedir.
Kendi Medeniyet coğrafyamızda bugün Arakan, Afganistan, Suriye, Irak, Somali, Yemen’deki çocuğun yaşamakta olduğu dram ile dün Endülüs’te, Avrupa’da, Balkanlar’da, Kafkaslarda yaşanılan dramlar ne kadar çok benzemektedir. Ölen, istismar edilen, kaybolan, yetimhaneye düşen çocuklar o zaman da vardı ve halende varolmaya devam etmektedir. Gümüşhaneli Küçük Rahime’nin iç parçalan hikayesinini binlerce benzeri maalesef halen tekrar etmektedir. Yazılan bunca kitap, yazı, hamasi nutuk bir yana; medeniyet denen şey insanlığın bu çocuklara olan şefkat ve anlayışını pek artırmış görünmemektedir...