Güzel bir mayıs öğleden sonrasıydı yolumun Acil Tıp’la kesiştiğini öğrendiğim gün... Tam 15 yıl önce… Ben dâhil Acil Tıbbın ne olduğunu, ne yaptığını bilen yok gibiydi… Elimde kağıtlar, kayıt için gerekli sağlık raporunu almaya çalışırken aynı hastanede çalışacağım hekim arkadaşların bir çoğu hastanemizde böyle bir alanda ihtisas verildiğini bile bilmiyorlardı… Bilenler de ya önemsemiyor, ya da küçük görüyorlardı zaten… Neydi neyin nesiydi “Acil Tıp”… Annemi hafakanlar basıyordu beni acilde düşündükçe… Dostlar, akrabalar dudak büküyordu… Şöyle hastadan, hasta yakınından yani klinikten uzak, sakin, riski az bölümlerin suyu mu çıkmıştı, evli barklı, küçük çocuklu bir kadın doktor olarak? İlla hastalara uğraşacaksam kadın-doğum gibi havalı, paralı bir bölüm olsaydı bari… Aysen Teyze’nin kızı pediatri yapıyordu, zor ama çok faydalı bir ihtisastı hiç değilse… Neyse ki eşim, bir de içimdeki sesim “doğru yerdesin” diyorlardı… Bu havada ilk adımımı attım acilden içeriye… Ve anladım içimdeki ses doğru söylüyordu; bana göreydi tam acil, ya da ben acile göreydim…
Ölümle yaşam arasındaki o ince çizgide dolaşan birisine “hayatta kal” çağrısı yapmak ve o esnada yanında olmak tam bana göreydi mesela…”İnsan organizması parçalanamaz bir bütündür ve hepsi beni ilgilendirir” demek de öyle… Hekimlik çok kutsal bir meslekti elbette ama acilde daha bir kutsaldı sanki… Trafik kazası geçirmiş bir çocuğun yardım çığlıklarına ilk kulak veren olmak, ilk tuttuğu el olmak mesela. “Kimdi, kimin nesiydi, vah zavallıydı?!..” faslının önüne “varlığın varlığıma emanettir” i koyabilmekti acil doktoru olmak… Bir de tüm bunları akademik olarak yapmak vardı ki, adı “Acil Tıp” tı işte… O da tüm bu güzelliklerin tadıydı tuzuydu… Gönlünüzle, aklınızla, mesleki becerilerinizle çıktığınız yola bilimin ışığından fener yapmaktı… Yeni neferler yetiştirmeye soyunmaktı…
Tabii ki bu güzel yolda yürürken ayaklarım ne taşlara vurdu, ne bereler aldım bilseniz… “Acil Tıp mı? O da ne?”ciler mesela… Yıllarca bir doktor ve birkaç sağlıkçı ile dönen, bir çeşit kapı doktorluğu işlevi gören acil servislere alışmış, zinhar yenilik sevmemciler… En büyük, en önemli doktor benim, başka kimseyi tanımamcılar, yok sayıcılar… Yel değirmenleriyle savaşmak gibidir, kendi meslektaşlarının ördüğü duvarları aşmaya çalışmak. Ve yel değirmenleriyle savaşırken kendinizi yalnız, yorgun, üşümüş hissedersiniz çoğu zaman…
“Acil servis bir hastanenin vitrinidir, sizler hastanemizin vitrininde çalışıyorsunuz” klişesini her gün tekrar edip sonra da “acil servis depodur, herkesin babasının çiftliğidir, sürgün yeridir” muamelesini size uygun gören, idarecilerle de uzlaşmak zorunda olmaktır acilci olmak. Sonra da, o sürgünlere sürgünde olduğunu unutturmak, hatta sürgününü sevdirmek, ben buralıyım dedirmek.
Hekimin ve sağlıkçıların hızla itibarsızlaştırılmaya çalışıldığı, hasta ve yakınlarıyla sağlıkçıların karşı karşıya getirildiği, adeta düşman yapıldığı sağlık sisteminde en öndeki fedailer olmak var bir de. Her an her şey olabilir hissinin vücut bulmuş haliyle koyulmak her gün işe… Eve dönerken, eğer o gün, tehdit, küfür hakaret işitmediysen, mesleki onur ve itibarın, yaşama ve çalışma şevkin incitilmediyse sevinmek ve hatta fiziksel şiddete maruz kalmadıysan diğerlerini şükürlük saymak… Olur da bir teşekkür, ya da iltifat işitirsen şaşırmak, umarsızca sevinmek ve herkese anlatmak istemek… En sıkkın anında doğru koyduğun bir tanıyı, ağrısını dindirdiğin bir hastanın gözündeki bir minneti hatırlayıp teselli bulmak…
Zor olanı seviyor insan galiba… Ben Acil Tıbbı çok sevdim… Şimdi 15 yıl sonra geriye dönüp baktığımda, “bu zor fakat zevkli yolculuğa şimdi olsa yine çıkardım, aynı yolları aynı şevkle yürürdüm ve hiç bitmesin isterdim” diyorum. Biliyorum ben doğru yerdeyim, yola devam…
Prof. Dr. Zeynep GÖKCAN ÇAKIR
Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Tıp A.D